VEFA VEFA VEFA!

Yazar İsmail Taşcıoğlu
Kıymetli hemşehrilerim ve değerli okuyucularım sizlerle üç hafta boyunca ‘ADALET’ konulu yazılarımı, fikirlerimi paylaştım. İzin verirseniz bu hafta da ‘VEFA’ hakkında birşeyler karalamak bu konuda bazı bilip, görüp, duyduklarımı, yaşadıklarımı, okuduklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü, biz artık sanki VEFA’yı unutuuk gibi geliyor. Hanı derler ya: ‘’Vefa İstabul’da bir semt adıdır’’ veya : ‘’VEFA’nın sadece adı kaldı’’ deriz ya işte o meşhur olan ama gittikçe unutulan ‘’VEFA’’ ne demektir?
Sözlükte “bir şeyi yerine getirmek, sözünde durmak, bağlılık” gibi anlamlara gelen vefa, ahlâkî bir terim olarak, görülen iyilikleri unutmama, iyilikte bulunanlara misliyle veya daha fazlasıyla karşılık verme demektir. Vefalı davrananlara vefakâr denir. En büyük vefakârlık, yüce yaratıcıyı tanımak, verdiği nimetlerin kıymetini bilmek, kulluk görevlerini eksiksiz yerine getirmektir. En büyük nankörlük ise kulun Rabbini inkâr etmesidir. Tasavvufta vefa “ezelde, bezm-i elestte Allah’a verilen söze, mîsaka bağlı kalmak” şeklinde tanımlanmaktadır. Bir âyette Allah “Bana verdiğiniz sözde durunuz ki, size verdiğim sözde durayım.” (Bakara, 2/40) buyurmaktadır. Yapılan akitlere, verilen sözlere bağlılığın bulunmadığı toplumlarda güvensizlik doğar ve sosyal çözülme meydana gelir. Hz. Peygamberin hayatı vefa örnekleriyle doludur.
Vefa, sevgide devamlılık demektir. Vefa demek, ihtiyaç hâlinde ona yardım etmektir. Arkadaş, öldükten sonra, onun çoluk çocuğunu, yakınlarını sevmek, onlarla ilgiyi kesmemek de vefadandır. Müslüman vefakâr olur. Vefakâr olmanın, yani sırf Allah rızası için sevmenin mükafatı büyüktür.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kıyamette hiç bir himayenin bulunmadığı zaman, Allahü teâlânın himayesinde bulunacak yedi kişiden biri, birbirini [sırf Allah rızası için] sevenlerdir.) [Buhari]
Vefa, dostlukta, bağlılıkta sebat etmektir. Arkadaşa yaptığı iyiliği az görmek, onun yaptığını çok bilmek vefadandır.
Vefa demek, gerek hayatta iken ve gerekse öldükten sonra sevgi ve ilgiyi devam ettirmek demektir. Ölen bir kimseye az bir vefa göstermek, hayatta yapılan çok iyiliklerden daha makbuldür. Çünkü insan, hayattaki arkadaşına bir iyilik edince, belki bir karşılık bekleyebilir. Öldükten sonra yapılacak iyiliğe riya karışması zor olur. Ölüler için dua ve istigfar edilir. Yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Hayattaki akrabalarına, dostlarına iyilik edilir. Peygamber efendimiz, ihtiyar bir kadına ikramda bulundu. Sebebini soranlara, (Bu kadın, Hatice hayatta iken bize gelir giderdi. Ahde vefa, dindendir)buyurdu.
Vefanın gereğindendir ki, insan sevdiği arkadaşının dostlarını, akrabalarını da sevip haklarını gözetmelidir! Çünkü insan, yakınlarına gösterilen ilgiye daha çok memnun olur. Sevgi, sevgilinin her şeyini, ona yakından uzaktan ilgili olan her şeyi sevgili kılar. Bunun için, “Sevgilinin kapısındaki köpek, sevenin kalbinde, diğer köpeklerden üstün ve ayrı bir yer tutar” denmiştir.
Âlimler, “Evlada hizmet, babasına hizmet demektir” buyurmuşlardır. Evlada hizmet babayı sevindirdiği gibi, evlada düşmanlık da babayı üzer. Diğer yakınlarının durumu da böyledir. Arkadaşının dostu ile düşman olmamak veya düşmanı ile dost olmamak da vefadandır. Arkadaş vefat ettikten sonra da, onun yakınlarına ilgi göstermek, sağlığında ilgi göstermekten daha kıymetlidir. Arkadaşın yanında, “Şu benim, şu senin” dememeli! İbrahim bin Şeyban hazretleri, “Bu benim kalemim, diyenle arkadaşlık etmezdik” buyururdu. “Bunu senin için yaptım!” demek de onu minnet altında bırakmak olur, soğukluğa sebep olur. Âlimler, “Çağırdığımız zaman nereye, diye soranla arkadaşlık etmezdik” buyurmuşlardır. Arkadaşın kusurlarını görmemek, mürüvvetten, vefadandır.
Arkadaşın dost ve akrabalarını arayıp sormak vefakârlığın şartlarındandır. Onların haklarına riayet, arkadaşa ikram etmekten daha kıymetlidir.
Vefasızlık şeytanın hoşuna gider. Mesela arkadaşlar arasındaki sevginin azalması, kırgınlığın zuhur etmesi şeytanı çok sevindirir. Şeytanı sevindirmemek, onun oyununa gelmemek için vefakâr olmalı, arkadaşın kusurlarını fazilet, hakaretlerini de iltifat kabul etmeli. İki arkadaştan biri, diğerine sert bakınca, şeytan sevinip oynar. Allahü teâlâ, (Şeytan, aralarını bozmaması için, kullarım güzel konuşsun!) buyuruyor. (İsra 53)
Onun için kırıcı ve üzücü konuşmaktan ve sert bakmaktan uzak durmalıdır! Allah dostlarının duruşu bile sevgi telkin eder. Böyle bir kimse, makam sahibi de olsa, eski arkadaşlarını arar. (Kerem sahipleri, darlık zamanlarında kendileriyle düşüp kalkanları, genişlik zamanlarında da ararlar) denmiştir.
Sıkıntılı anında arkadaşın yardımına koşmalı, “Kara gün dostu” olmalıdır. Şeytan, nefs ve kötü arkadaş, ara bozmaya çalıştığı için arkadaşlığı devam ettirmek zor olur. Bunun için, “Arkadaşlık ince ve lâtif bir cevherdir. Korunmasını bilmezsen kazaya uğrar!” demişlerdir. Bu cevheri korumak; arkadaşta kusur aramamak ve hiçbir hatasını görmemekle olur. Çünkü kusursuz insan olmaz. Kusurunu görünce, onu bırakmamalı ve demeli ki:
Bu seferlik affet belki de bilmez
Sürçen atın başı hemen kesilmez.
Kusursuz insanla herkes geçinir. Asıl yiğitlik, kusurlu arkadaşla iyi geçinmektir. Daima onu kendine tercih etmelidir! Vefakâr olmanın şartlarından biri de, dostun sevmediklerini, düşmanlarını sevmemektir. Dostun düşmanı ile birlikte gezmek, düşmanlıkta ortak olmak demektir.
Eski zatlardan birinin oğluna vasiyeti şöyle:
(Oğlum, herkesle arkadaşlık edilmez. İhtiyaç içinde olduğun zaman senden uzaklaşan, genişlik zamanında malına göz diken ve yükseldiği vakit sana üstünlük taslayan kimse ile arkadaş olma!)
O halde, ihtiyacı olan arkadaşa yardım etmeli, ondan bir menfaat beklememeli ve ona karşı hiçbir üstünlük göstermemelidir! Her şeye itiraz eden, hayır öyle değil, diyen, arkadaşlarını düşman etmekle kalmaz, bütün insanların nefretini kazanır.
Kıymetli hemşehrilerim ve değerli okuyucularım yazılarımızda konu hakkında bir kıssa ile son vermek artık adetten oldu bu yazımızdaki kıssa (Hikayecik) da yine Hazreti Ömer bin Hattap RA. döneminden umarım beğenirsiniz.
AHDE VEFÂ KALMAMIŞ” DEDİRTMEM
Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh- Allah O’ndan Razı Olsun) hilâfeti döneminde, Ashâb-ı Kirâm ile beraber oturuyorlarken, karşıdan üç kişinin gelmekte olduğunu gördüler. Bu kimseler, bir genci yakalayıp ellerinden sıkıca kavramışlar ve çeke çeke getiriyorlar. Belli ki onu Halifeye şikayet edecekler.
Gelip Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh)’ın huzurunda durdular. Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh) sordu:
– Söyleyin bakalım derdiniz nedir? Bu delikanlının ne suçu var da, böyle sıkıca tutup getirdiniz? Onlardan biri meseleyi arzetti:
– Ya Emir’el-Mü’minin! Bu genç babamızı öldürdü. Cezası neyse tatbik edilmesini istiyoruz. Adalet Güneşi Hazreti Ömer (Radıyallâhü Anh) o gence dönüp sordu:
– Bunların dediklerini duydun. Söylenenler doğru mu? O genç söylenenlere itiraz etmedi. Bunların doğru söylediklerini, ancak kendisinin de bazı söyleyecekleri olduğunu belirtip, izin aldı ve konuşmaya başladı:
– Ya Emir’el-Mü’minin! Ben buralı değilim. Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in: “Benim kabrimi ziyaret eden Beni ziyaret etmiş gibidir.” buyurduğu üzere, bu mübarek beldeye Efendimizin Kabri Şerifini ziyaret için geldim. Medine civarına geldiğimde abdest tazelemem icabetti. Atımdan indim ve bir hurmalık yakınında abdest almakla meşgul olurken, baktım ki atım hurma dallarına uzanmış, yemeye çalışıyor. Fakat ağacın dallarını kırıp zarar verdiği için, buna mani olayım diye atıma doğru koştum. İşte o anda karşıdan yaşlı bir adam bana doğru bağırarak geldi. İyice yaklaştı ve hiçbir şey sormadan elindeki taşla atıma hızla vurdu. Takdiri İlâhî bu darbeyle at düşüp öldü. Bu yaşlı adam durup dururken bir hiç uğruna atımı öldürünce dayanamadım, ben de onun ata vurduğu taşı alıp ona fırlattım. Takdiri İlâhî o yaşlı adamcağızında eceli gelmiş olacak ki, o da öldü. Bu duruma çok üzüldüm, bir öfke nelere mâlolmuştu. Vicdan azabıyla gayrete gelip, hemen yaşlı adamın kim olduğunu araştırdım. Ailesini bulup, uygun bir dille meseleyi anlattım. İşte durum bundan ibarettir.
Şayet kaçmak isteseydim, o zaman kolayca kaçardım. Ama ben Allah’a ve âhiret gününe inanmış bir kimseyim. Cezam ne ise onu dünyada çekmeye razıyım. İlâhi Adalet ne ise tatbik edilsin ve hak yerini bulsun, ben bundan gocunmam.
Gencin bu tavrı, Sahâbe-i Kirâm’ı da etkilemişti. Ama hüküm neyse tatbik edilecekti. Babaları ölen gençler diyet almaya râzı olmuyorlar ve kısas yapılmasını istiyorlardı. Karar verildi. Kısas yapılacak ve o genç idam edilecekti. O genç de, bu hüküm karşısında hiç itiraz etmedi, telaşlanıp paniğe kapılmadı ve gayet soğukkanlı bir şekilde hükme rıza gösterdi. Yalnız bir ricası vardı. Söz isteyip dedi ki:
– Bu hükme hiçbir itirazım yok ve olamaz da… Şeriatın kestiği parmak acımaz. Fakat sizden bir ricam olacak, bunu kabul edip etmemek sizin bileceğiniz bir şey. Ricam şu ki: Bakımıyla ilgilendiğim bir yetim var. Onun bana teslim edilmiş olan altınlarını bahçemde bir yere gömdüm. Bu altınlar o yetimin geleceği… Yerini de benden başka kimse bilmiyor. Eğer bana üç gün müsaade ederseniz. Bu meseleyi halleder ve gelirim. Böylece hem o yetim yavru mahrum olmamış olur, hem de ben rûzi cezada mesul olmaktan kurtulurum. Orada olanlardan bazıları dediler ki:
– Şu anda sana müsaade edemeyiz. Çünkü sen suçlusun ve cezan infaz edilecek…
Ayrıca, ya kaçar ve gelmezsen?
– Kaçmayacağıma dair yemin ederim. Hem kaçmak isteseydim, daha evvel rahat bir şekilde kaçabileceğimi söylemiştim.
– Seni serbest bırakamayız. Ancak yerine kefil bırakırsan bu mümkün olur.
Genç, oranın yabancısıydı. Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in Kabri Şerifini ziyarete gelmişti. Bu civarda kimseyi tanımıyordu ki kefil bıraksın. Son çare olarak, orada bulunan Sahâbe-i Kirâm’a tek tek baktı. Acaba kendisine kefil olan çıkar mıydı? Tekrar gözden geçirdi, kalbinin sesine kulak verdi ve Ebu Zerr’il-Gıfârî (Radıyallâhü Anh)ı göstererek:
– Bu zat bana kefil olur, dedi.
Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh):
– Ya Eba Zerr! Ne diyorsun kefil olmayı kabul ediyor musun? diye sorunca, Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) cevap verdi:
– Bu delikanlının üç güne kadar dönüp teslim olacağına inanıyor ve ona kefil oluyorum!
Bunun üzerine genci serbest bıraktılar. O da, üç gün içinde işlerini halledip gelmek üzere, oradan ayrıldı. Böylece aradan iki gün geçti ve üçüncü gün oldu, ama ortalarda ne gelen vardı ne de giden… Ölen adamın çocukları Ebu Zerr’il-Gıfârî hazretlerine sitem ederek: “Ya Eba Zerr! kefil olduğun adam hâlâ gelmedi. Kim olduğunu bilmediğin bir kimseye niçin kefil oldun. Adam ölümden kurtuldu, bir daha geri gelir mi?” diyorlardı. Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) ise:
– Durun bakalım daha üç gün dolmadı. Eğer vakit dolar, genç de geri gelmezse, o zaman şeriatın emri neyse bana tatbik edersiniz. Çünkü ben ona kefil oldum ve sözümdeyim.
Ashâb-ı Kirâmı bir üzüntü kaplamıştı. Zira o genç gerçekten de gelmeyecek olursa, kefil olduğu için kısas, Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)a yapılacaktı.
Vakit bir hayli ilerlemiş, gün batmaya az kalmıştı. Bu arada Ashâb-ı Kirâm, babası öldürülen davacılara diyet teklifinde bulundular. Çünkü koskoca Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)’ın idam edilmesini asla istemiyorlardı. Fakat onlar da “katili elimizle getirmişken ve hüküm infaz edilecekken, niçin kefil oldu” diye Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)a kızıyorlar ve babamızın kanı kesinlikle yerde kalmamalı” diye diretiyorlardı.
Medine bu olayla çalkalanıyordu. Herkes üzüntü içindeydi. Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)’ın infaz edilmemesi için acaba ne yapmak gerekiyordu…
Kimileri “ölen ölmüş, geri mi gelecek, diyeti kabul etseler ya” diyerek dâvâcılara kızarken, kimileri de söz verip de gelmeyen gence verip veriştiriyordu. Heyecan had safhaya varmış, herkes neticenin ne olacağını merak ediyor ama vakitler de hızla ilerliyordu, neredeyse gün battı batacaktı… İşte bu esnada Medine’nin girişinden bir adam olanca kuvvetiyle koşarak geliyordu. Her tarafı perişan, ter kan içinde gelen bu adam o gençten başkası değildi. Orada bulunanlardan birçoğu sevinç çığlığı attılar. Ölmek için koşarak gelen bir adama, belki de ilk defa böylesine seviniliyordu. O genç, hemen Halife-i Müminin Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh)’ın huzuruna çıktı ve teslim oldu:
– Kusura bakmayın. Çok daha erken gelemediğim için belki sizi endişelendirmiş olabilirim, fakat malûmunuz bir atım vardı, o da öldürüldü. Başka da binitim olmadığı için yayan gidip gelmek zorunda kaldım. Yetişemeyeceğim diye öyle korktum ki, o zaman bir kişinin ölümüne daha sebep olacaktım. Rabbime hamd olsun ki verdiğim sözde durdum. Ya Emir’el-Mü’minin! Artık hükmü infaz edebilirsin! Ben hazırım. – Mü’min dediğin böyle olmalı, ucunda ölüm bile olsa sözünde durmalı.
O genç dedi ki:
– Evet mü’min olan sözünde durur, ahdine vefa gösterir. Ölümün vakti ise, ne ileri alınır ne de geri… Ondan kaçmakla kim kurtulmuş ki ben kurtulayım. Vakit dolmadıysa da Allah (Celle Celâlühü) nün verdiği canı kim alabilir. Geldiğime hayret mi ediyorsunuz? Ben “Dünyada ahde vefa kalmadı.” dedirtmem.
Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) ın tanımadığı bir adama canı pahasına kefil olması da hayret verici bir olaydı. Ona da, bu genci tanımadığı halde nasıl böyle bir kefilliği kabul ettiğini sorduklarında dedi ki:
– Evet bu genci tanımıyordum. Lâkin bu olay başta Mü’minlerin Halifesi ve bir çok Sahabinin huzurunda gerçekleşti. Çaresiz kalmış, samimi bir kimsenin işini görmek, üstelik bana güvendiği halde onu yüzüstü bırakmak doğru değil. Ben “Bu dünyada fazilet diye bir şey kalmamış” dedirtirmiyim?
Orada, gerçekten de çok duygusal bir ortam oluşmuştu. Tüm bu olaylar ve sözler gözlerinin önünde cereyan eden, ölen adamın çocukları da yumuşamışlar, duygulanmışlar ve kalpleri merhamete gelmişti. Zaten bu genç o taşı, babalarını öldürmek için atmamıştı. Fakat takdiri İlahi babaları ölmüştü. Bunun üzerine onlarda davalarından vazgeçerek kısas istemediklerini söylediler. Onlara bunun diyeti teklif edildi. Bu diyet Beytü’l-Maldan verilecekti. Ama onlar; bizde “dünyada insanlık kalmadı” dedirtmeyiz dediler ve Allah (Celle Celâlühü)nün rızası için dâvâlarından vazgeçtiler.
Bu muhteşem tablo, herkesi son derece duygulandırmıştı. Herkes üzüntüden kurtulmuş yerini târifi imkânsız bir sevince bırakmıştı. Helâllaştılar, kucaklaştılar. Böylece arkalarında insanlığa bir ibret levhası bıraktılar.
Kıymetli hemşehrilerim ve değerli okuyucularım bize hep Peygamber Efendimiz SAV. in hayatından veya Sahabe Efendilerimizin RA. hayatından kıssaları okuduk, anlattık, bunlarla bazen ağladık, bazen hislendik ama ne yazık ki GENELDE HİÇ UYGULAMADIK, UYGULAMAYADIK inşaalah bundan sonra bu anlattıklarımızı yaşar ve yaşatırız. Bu vesile ile hiç değilse geçmişe vefa göstermiş oluruz.
YENİ YILDA YENİLİKLERE KAPI AÇALIM.
Her yeni yıl, önümüze çıkan problemleri aşmak, sorunları çözmek, müreffeh yarınlara ulaşılmak yolunda inançlarımızı güçlendirir, beklentilerimizi artırır. Yaşadığımızı yılın muhasebesini yaparken, 2016 yılının en iyi şekilde geçmesi için neler yapılması gerektiğini düşünerek ve planlayarak hareket ederken yeni yılın tüm insanlığa barış, huzur ve refah getirmesini temenni ediyor, toplumsal hayatımızda daima sağduyunun, hoşgörünün, kardeşliğin, sevgi ve saygının hâkim olmasını diliyor, yeni yılınızı en içten duygularımla kutluyoruz.
Wuppertal Kütahyalılar Kültür Derneği
İsmail Taşcıoğlu,
Hüseyin Ali Gültekin,
İbrahim Kesgin,
Deniz Doğan,
Fatih Mehmet Demir,
Tahsin Toy,
İrfan Abay,
İbrahim Abay,
Melike Ören,
Necati Alyelken,
Süleyman Oruç,
Ramazan Kaptan,.
Kalın sağlıcakla…