RAMAZAN DEYİNCE
“Nerde o eski…” ifadesi ile başlayan bir sürü cümle kurulabilir. Bu ifadenin peşine “bayramlar, ramazanlar, oyunlar, komşuluklar, dostluklar, gezmeler, hatta yiyecek olarak; üzümler, kavunlar, kirazlar dahi eklenebilir. Eskinin güzel oluşu eskinin özelliği midir, yoksa güzellerin eskiliğinden midir veya bu değerlendirmeyi yapanın bütün güzellikleri geride bıraktığından mıdır bilinmez. Gerçek olan bir şey varsa toplumsal değerler, kültürel değerler sadeleşip, tatsızlaşıyor. Keyif alınacak bir boyuttan görev sayılacak, sıra savacak bir boyuta taşınıyor artık.
Ramazanlar eskiden gerçekten şimdikinden çok mu güzeldi veya bize mi öyle geliyordu tartışılır. Hatta güzellikten neyi kastettiğimiz bile tartışılabilir. Bence bunun şöyle bir ölçüsü, değerlendirmesi var. 60 sene öncesinin ramazanından bir kişiyi alıp bugünün ramazanına ve 30 gün ramazanı yaşatıp “Nasıl, hangisi güzel?” sorusunu soracaksın. Ayni şekilde bugünün ramazanından da 60 sene öncesinin ramazanına birini götürüp ayni soruyu soracaksın.
60 sene öncesinin ramazanını yaşamış ve şimdinin ramazanını yaşayan biri olarak; bana böyle bir soru sorulsaydı kesinlikle vereceğim yanıt “Eskiden ramazanlar daha güzeldi” olurdu. Şimdiki daha zengin. O zaman daha dingin, sessiz, insanı sarıp sarmalayan, ramazan olduğunu iliklerinize kadar hissettiğiniz, ulvi bir süreçti.
Şimdiyi bilmiyorum ama eski ramazanlarda Gediz’i ramazanın o müthiş ulviyeti ve sükûneti sarıp sarmalar, her tarafta toplu ibadet yapılıyormuşçasına bir sükunet ve sessizlik hakim olurdu. Hangi yönden bakarsanız bakın şehrin ramazanın kucağında sessizce okuduğunu hisseder, bu ulvi havayı bozmamak için hayatın her saniyesinde ayakucunda yürümeye gayret ederdiniz.
Sonra yerine koyamayacağımız bir şey daha var ki; eski ramazanları biz Eski Gediz’de yaşadık. O tat, o hava, insanlar, annelerimiz, mahallemiz, arkadaşlarımız, camilerimiz, cemaatimiz, hocalarımız yok artık. En kötüsü o Gediz yok.
Çocukluğumuzda 5-6 bin nüfusa sahip olan Gediz’de çok yaşlılarla çok küçükler dışında herkes oruç tutar, ramazan her haneyi kucaklardı. Hiç aksamadan otuz ramazan boyunca Gediz Kaya’sından atılan ramazan topu sahurda ve iftarda o müthiş gürültüsüne rağmen dinlemekten keyif aldığımız yürek titreten bir müzik parçasını orkestranın en alt tonda ve sessiz çaldığı anda davula vurulan güçlü bir darbe gibi müthiş bir gümbürdeme ile Gediz’i sarsarak mübarek ayın farklılığını bütün aleme ilan ederdi. Her top atılışında kayadaki oyuklara yuva yapmış kaya güvercinlerinin, kargaların çığlık çığlığa yuvalarından çıkıp Ulu Cami çevresindeki ağaçlara konarak çıkardıkları gürültü bu ulvi konsere alkış tutan görünmez binlerce el misali yeri göğü çınlatırdı.
Ramazan gelmeden ramazanın geldiğini hissederdiniz. Evlerde müthiş bir hazırlık süreci başlardı. Doğrama makarna (ev eriştesi) kuru yufka, su böreği, mevsimine göre turşu, hoşaf ramazan boyunca yetecek miktarda annelerimizin birleşerek imece usulü bir evde veya bahçede yaparlardı. Ramazan kış mevsiminde bir aya rast gelmişse yazdan kurutulmuş elma ve erik kuruları hoşaf yapılmak üzere asıldıkları, saklandıkları yerlerden çıkarılır, dağ eriği turşu yapılmak üzere ortaya getirilirdi.
Sahura kadar oturma âdeti yoktu veya çok az aile bunu yapardı. Teravih namazından sonra çok evde yatılırdı. İftar daveti âdeti pek olmazdı. Buna karşılık sahur daveti yapılır akrabalar birbirlerine sahur yemeğine giderdi. Davet olduğu sahurlarda tavuk kesilir, suyuna kuru yufka ile tirit yapılarak ikram edilirdi. Benim en sevdiğim yemek tava böreğiydi. Bazılarının “Bohça Böreği” de dediği bu börek ekmek içinin soğan ve salça ile yağda kavrularak ıslatılıp yumuşatılmış kuru yufkanın içine serilmesi ve bohça gibi kapatılarak tabanına çok az yağ atılmış tavada iki tarafı kızartılarak sıcak sıcak sofraya getirilmesini beklerken yaşadığımız heyecanla tadı ve lezzeti artan bir börekti. Kuru üzüm ve kuru elma hoşafı ile yenmesini artık unuttuk.
Akşam yatmadan annelerimize söylediğimiz “beni temşide(sahura) kaldır” yalvarmaları uykunun en güzel yerinde “hadi kalk” aşamasına gelince çocukluk yorgunluğu ile ister istemez bir pişmanlığa dönüşür ama ertesi günü arkadaşlarımıza “ben de orucum” deme keyfini ve oruç tuttuğumuz zaman bize vaat edilenleri kaybetme riskine karşı uykulu gözlerle yere kurulmuş tablanın başına geçmeye zorlardı. Yokluktan mı, yoksa adetten mi hatırlamıyorum ama temşidin bütün evlerde değişmez menüsü: düdüklü makane dediğimiz yüksük makarna, börek, hoşaftan ibaretti. Makarnaya peynir ufalamak her hanede yaşanamayan bir lükstü. Şimdi bile bu üç lezzetin bir arada olduğu sofralarda bulunduğumda benliğimi o çocukluk sahurlarının uykulu havası sarar. Gözler yarı açık vaziyette yenen yemeğin ardından yatağa zor yetişilen bir acele ile hemen uykuya dalar sabah kalktığımızda sahurun henüz vücudumuzu terk etmemiş tokluk hissi ile oruç olduğumuzun sevincini sokaktaki arkadaşlarımızla paylaşmak için acele ederdik. Orucu bozmamak, bilerek veya bilmeden bir kazaya kurban etmemek için akşama kadar gösterilen gayret, pala topla yapılan hararetli maçtan sonra çeşmeye ağzını dayayarak kana kana su için sonra “âa ben oruçtum” farkına varmazlıkları, babalarımızın, dedelerimizin daha sabahtan verdikleri lokum, ezme şeker, köttür, cevizli sucuk, gibi iftarlılardan kâğıda sarılmış bir parçanın akşama kadar defalarca çıkarılıp bakılması ne keyifti yarabbi.
İftar vakti mahalle halkı cami önünde toplanır, top atılıp ezan okununca mahallelinin getirdiği iftarlıklarla oruç açıldıktan sonra akşam namazı kılınırdı.
Çocukluğumuzun sabırsızlığı ve güçsüzlüğü namaz boyunca gözlerimizin önüne annelerimizin sofrada bir kaba kotardığı ve içine ekmek doğranmış sarımsaklı tarhana çorbasının, mevsime göre yanında turşu, domates, taze biber, taze soğanların kokusunu burnumuza kadar taşırdı. Koşarak çıktığımız akşam namazından sofra başına diz çöküşümüze kaşığı tarhana tenceresine daldırıp şöyle kallavi ve ekmeği bol bir kaşık çorbayı mideye indirişimiz arasında saniyeler bile geçmezdi. Bakır sürahiden silme bardakla ve kendi usullerimizle soğutulmuş buz gibi soğuk suyu da mideye indirdiğimizde gözlerimiz açılır, orucun etkisi nerdeyse tamamen kaybolurdu. Ramazanda eve pide alınması, sofrada bembeyaz ve o yorgan yüzü gibi Parmak izli yapısı ile bir pide bulunması ramazana bambaşka bir tat ve lezzet verirdi.
Her akşam ayrı camide kılınan teravih namazı, camideki haylazlıklarımız, bazen camiden atılmalar. Hızlı teravih kıldıranların cemaati çok olurdu ancak her teravih namazının başka bir camide kılınması da ramazana has büyük bir keyif, kendimize göre sevaptı. Ulu Cami’de Pazar Köylü Hoca, Kurşunlu’da Balto Topal Hoca, Sadık Hoca, İbrahim Hoca’lar unutmadığım din görevlileridir. Bunun yanında Saatçi Hasan Sezer’in zaman zaman farklı okuduğu yatsı ezanı, Comburtlu Kör Hafızın o davudi sesiyle okuduğu vakit ezanları, Salur Camiinde babasına müezzinlik yapan İsmail abinin o güzel makamda gametleri ve ezanlar hala kulaklarımdadır.
Teravih namazından sonra başlayan yepyeni bir hayat yatma vaktine doğru sokaklardan yavaş yavaş çekilen çocuk sesleri ve gürültüleri yerini çarşıdaki hareketliliğe bırakırdı.
Çarşı teravih namazından sonra hareketlenirdi. İpek sinemasında filmin başlaması için camilerden çıkışlar beklenirdi. Dini içerikli filmlere gitmek isteyenler yüz gram kavrulmuş iç fıstık veya mevsimine göre kestane, leblebiyi yedekleyip sinemanın yolunu tutardı. Namaz çıkışına kadar boş olan çarşı birden dolardı. Kahvelerde sandalye bulunmaz, sabahtan beri oturan kahvehane sahipleri bekledikleri bu kalabalık karşısında aşka gelir diğer kahveye nazire olsun diye “çay yaaap çayları otuz yap” diye bağırırlardı. Diğer kahve sahibi bunun altında kalmaz “çay yapp çayları elli yap” diye rakamı artırarak ortalığı şenlendirirdi. Berber dükkânları ve terzilerde müşteriler görülür, hatta bazen gündüz vakit bulamayanlar çocuklarını terzilere, berberlere getirir traş ettirip, bayrama yetişmek üzere elbise ölçüsü verirdi. Hazır ayakkabı giyme şansımız olmadığı için mukavvanın üzerine çorapla çıkıp ayakkabıcı Hidayet ustanın kalemle ayağımızın etrafını çizerek ayak ölçümüzü alışını biraz ayağımız gıdıklanarak biraz da merakla izlerdik.
Sokakta günlük kıyafetleriyle görmeye alıştığımız kız arkadaşlarımız başlarında namaz örtüsü, koltuk altlarında kur’an sanki beyaz melekler gibi oradan oraya uçuşurlardı. Ramazan bütün haşmeti, rahmet ve bereketi ile Gediz’ ve bütün Gedizlileri kucaklardı.
Hani hep denir ya “Nerde o eski ramazanlar” Yüce yaratanın mukaddes kitabında 12 aydan daha hayırlı olduğunu işaret ettiği ramazanlar anlam ve uygulamasından bir şey kaybetmeden hep ayni yerde duruyor.
Esas biz nerdeyiz?
Sabır ve şükür ayı olması gereken ramazan şimdilerde adeta bir gösteriş ve görkem yarışması yapılan aya dönmüş. Hali vakti iyi olanın akrabayı, eşi-dostu bir lokantada ağırlaması yadırganacak bir şey değil. Ama bunu hani sünnet konvoylarındaki araba sayısı gibi davete katılan insan sayısı ile eşdeğer bir yarışmaya dönüştürmek güzel bir davranış değil. “yetmiş iki kişiydik” “seksen kişiydik” gibi kafa saymalar yapılan hayrı ve Allah kabul etmişse kazanılan sevabı inciten ve zedeleyen işler.
Çocukluğumdan bilirim Gediz’e hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir insan gelse aylarca, hatta yıllarca ihtiyacı giderilerek yaşayabilir. İnsanımızın bu özelliği takdire değerdir. Ancak son zamanlarda işin içine işte bu gösteriş yarışı, cemaat, tarikat ayırımcılıkları girince iş sevap kazanılması yolunda inşallah Allah’ın gücüne gitmez.
Hani bir laf vardır ya. Çok severim:
“Biz kırk kişiyiz, birbirimizi iyi biliriz”
Hayırlı ramazanlar.